Hoş Geldin Ey Sevgili Peygamberim!...
Prof. Dr. Bayram ALTAN
Prof. Dr. Bayram ALTAN
Bundan 1450 sene önce Rebiülevvel ayının 12. Gecesi (pazarı pazartesiye bağlayan gece) tan yeri ağarmaya başlarken Cenab-ı Hakkın:
“Ey Peygamber, biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeci ve bir korkutucu ve Allah’a O’nun emri (ve tesiri) ile bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” buyurduğu Sevgili Peygamberimiz bu dünyayı şereflendirdiler.
Hoş geldin ya Resulallah!...
Hoş geldin ya Habiballah!...
Hoş geldin ya Hayru’l Alemin!...
Hoş geldin ya Rahmeten Li’l Alemin!...
Hoş geldin ya Hatemü’l-Enbiya!....
Hoş geldin ya Seyyide’l Evveline ve’l Ahirin!...
Peygamberimizin dünyaya teşrifleri diğer peygamberlerinki gibi olmamış dünya çapında bazı harikulade durumlar meydana gelmiştir:
Asırlardan beri yanmakta olan Mecusilerin tapınağındaki ateş sönmüş...
1-Sava Gölünün suyu çekilmiş...
2-Kisra’nın sarayında 14 sütun yıkılmış....
3-Kabede bulunan 360 put yüz üstü yere düşmüş...
4-Herkeste bir şaşkınlık ve her tarafta bir başkalık görülmüştür.
Şu bir gerçektir ki; Yıkılan Kisraların sarayı değil, Sava Gölü değil, bütün İran’ın saltanat ve ihtişamı, Bizans’ın satveti ve Çin’in azameti idi.
Sönen ateş Mecusilerin ateşlerinde parlayan alevler değil, bütün dünyadaki küfür ve ilhad ateşi idi.
Ve kuruyan şey, putperestliğin tahakümü, Zerdüştlüğün kuvveti ve Teslis inancının (Hırıstiyanlığın) üstünlüğü idi.
Peygamberimizin doğduğu yıllarda dünya ve öncesinde en huzursuz çağlarını yaşıyordu. Hiçbir yerde huzur ve sükun kalmamıştı. Asyai Avrupa, Afrika, Arabistan; taht ve saltanat kavgalarıyla çalkalanıyordu.
Her yerde kanlı çatışmalar vardı.
İnsanlık bunalmıştı. O yüzyıllarda insanlar; din, ahlak ve sosyal yaşayış bakımından perişan bir haldeydi.İnsanlardan bir kısmı ateşe, güneşe ve yıldızlara tapıyor, bir kısmı da ağaçtan, taştan ve helvadan yaptığı putlara “İlah” diye yalvarıyordu.İlahi dinlerin asılları bozulmuş, Hırıstiyanlık ise arzu edileni yerine getirememişti.
Sosyal yaşayış bakımından insanlar; asiller, köylüler ve köleler dye sınıflara ayrılmıştı. Kadına eşya gözüyle bakılıyor, adeta elden ele satılıyor, bazı yerlerde de kız çocuklara diri diri kumlara gömülüp öldürülüyordu.
Her yerde kuvvetliler zayıfları eziyor, hak ve hukuka asla riayet edilmiyordu. Dünyada mal, can ve namus emniyeti kalmamıştı. Bu vahşet, dalalet ve cehalet çağı daha ne kadar devam edecekti? Bu muzdarip insanlara yol ve yön gösterecek eşsiz bir kurtarıcı, doğru yol gösterici, müjdeleyici bir rehber, bir önder gerekiyordu.
İnsanlar, kendilerini kurtaracak yeni bir önderini bekliyordu.
İşte beklenen zaman geldi. İlahi irade tecelli etti. Ve bundan 1450 yıl önce miladi 571 yılında Hazreti Muhammed(s.a.v) “ ALEMLERE RAHMET” olarak dünyaya geldi.
O gün Hz. Amine Validemiz:
“Ben diğer kadınlar gibi hamilelik zahmeti çekmedim. Hamilelere arız olan ağrıları ve sızıları görmedim. Fakat bir gece rüyamda bir kimse gelerek: “Ya Amine, muhakkak şunu iyi bil ki sen Hayrul Alemin ile hamilesin. Çocuk dünyaya teşrif buyurduğu zaman adını “MUHAMMED” koy, dedi.”
Vakit yaklaşınca Hz. Amine’nin gözlerindeki perde kaldırılmış, cennet hurilerini ve Melekleri seyretmiş, ayrıca birçok harikulade halleri de görmüştü.
O gece Abdulmuttalib Mescid-i Haram’ da Allah’a teveccüh ve münacaat üzere iken bir ses işitmiş. Bu ses, Peygamberimizin sünnetli ve göbek bağı kesik olarak dünyaya teşrif buyurduğunu müjdelemiş.
Bu mübarek doğum kurtuluş bekleyenleri sevindirmiş, düşmanları ise korkutmuş ve kahretmiştir.
Abdulmuttalib torununun doğumunu duyunca çok sevindi ve hemen bir ziyafet verdi.
Kureyşin ileri gelenleri Abdulmuttalib’e:
“Torununa ne ad verdin?” diye sordular. O da:
“Muhammed” cevabını verdi.
Kureyşin ileri gelenleri:
- Atalarında böyle bir isim yoktur, niçin torununa bu ismi verdin? dediler.
Abdulmuttalib:
- Umarım ki onu gökte Hak, yerde ise halk pek çok sevecektir, cevabını verdi.
Peygamberimizin en çok zikredilen isimleri şunlardır:
“AHMED, MAHMUD, MUHAMMED ve MUSTAFA(s.a.v)’dır.
Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin babası, Kureyş kabilesinden Mekke reisi Abdulmuttalib’in oğlu Abdullahdır.
Annesi de Abdi Menaf oğullarından Vehb’in kızı Amine’dir.
Doğumundan altı ay evvel babası vefat etmiştir.
Altı yaşında iken de annesi vefat etmiştir.
Sekiz yaşına kadar dedesi Abdulmuttalibin, daha sonra da şefkatli amca Ebu Talib’in yanında kalmıştır.
Mekke’ nin havası ağır ve çok sıcak olduğu için çocuklara yaramıyordu. Çevredeki kabileler Mekke’ye gelip yeni doğan çocukları emzirmek üzere alıp götürüyorlardı.
Bu adet gereğince yine çevreden kadınlar gelmiş yeni doğan çocukları almışlardı.
Peygamberimiz yetim olduğu için ona uğramamışlardı.
Sa’d kabilesinden gelen Halime adındaki süt anne bineğinin ağır yürümesi üzerine geride kalmış ve Mekke’ye geldiğinde diğer süt annelerin çocuklarını alıp dönmekte olduklarını görmüş. Araştırmış, yeni doğan bir yetim olduğunu öğrenmiş.
Gelmişken boş dönmemek için varmış Hz. Amine’ den oğlunu emzirmek üzere istemiş ve o mübarek yüzünü açtığı zaman nur topu gibi bir çocuk olduğunu görmüş.
Halime, Kocası Haris ile bu nur yüzlü çocuğu alarak evlerine dönmüşler.
Peygamberimizin teşrifiyle o fakirhanede bolluk ve bereketlilik görüldü.
Evde sıkıntılı günler geride bırakılarak huzur dolu günler geçirmeye başladılar.
Efendimizin süt annesi onu her şeyden kıskanıyor, bütün tehlikelerden korumaya çalışıyordu.
Peygamberimiz bir gün süt kardeşi Şeyma ile koyunları dağa götürüp çobanlık yapmışlar.
Dışarıda kaldığı sürece nereye giderlerse gitsinler Cenab-ı Hakk’ ın izni ile bir bulut Peygamberimizi kızgın güneşin o kavurucu sıcağından korumak için gölge ediyordu.
Şeyma eve döndüğü zaman bu durumu annesi Halime’ye anlatmıştı. Peygamberimizin çocukluğu diğer çocukların durumlarından mukayese edilemeyecek kadar farklıydı.
Halime’nin kocası Haris bu mübarek çocukta birçok değişiklikler görünce dayanamamış:
- Halime bu getirdiğin yetimin ayağı uğurlu imiş. O evimize ayak bastığı günden beri hayvanlarımızın sütü, sütümüzün yağı çoğaldı, evimize bereket doldu, elimiz genişledi.
Ben bu çocukta başka haller görüyorum, demiştir.
Peygamberimiz, süt annesi Halime’nin yanında dört seneyi aşkın bir zaman kalmıştır.
Hz. Amine çocuğu süt annesinden aldıktan bir zaman sonra Beni Neccardaki akrabalarını hem de kocası Abdullah’ın mezarını ziyaret etmek maksadıyla oğlunu da yanına alarak Medine’ye seyahat etti.
Peygamberimiz o zaman altı yaşında idi. Mekke’ye dönüşte Ebva denilen bir köyde hizmetçileri Ümmü Eymen ile geldikleri zaman Hz. Amine orada şiddetli hastalanmış sanki öleceğini tahmin eder gibi biricik oğlunu anne şefkatiyle kucağına almış, gözyaşları içinde bağrına basmış ve şu şiiri terennüm etmiştir:
“Her yeni eskiyecek ve her şey fena bulacaktır.
Ben de öleceğim fakat gam yemem, temiz bir çocuk doğurdum,
Dünyaya bir büyük hayır bırakıyorum.”
Hz. Amine bu şiiri okuduktan sonra ruhunu Rahman’ a teslim etti. Hizmetçileri Ümmü Eymen çocuğu alarak Mekke’ye geldi ve dedesi Abdulmuttalib’e teslim etti.
Dedesinin yanında bir müddet kaldı fakat dedesi yaşlıydı. Seksen iki yaşına gelmişti. Onu mutlaka bir oğlunun yanına bırakması gerekiyordu.
Kendisi hastalandığı zaman çocuklarını başucuna topladı ve durum anlattı. Ebu Leheb’i tepeden tırnağa şöyle bir süzdükten sonra ona şöyle dedi:
“- Senin servetin çok, zenginsin ama kalbinde merhametin az. Bu çocuk ise bir yetimdir, yüreği yaralıdır onu himaye edemezsin. Senin kaba hallerinden incinir, üzülür. Onun için bu çocuğu sana teslim edemem.”
Sonra oğlu Abbas’a baktı. Ona da şunları söyledi:
“- Sen bu işe layıksın fakat senin ailen kalabalık, gailen çok, evlatların fazla.” Ebu Talib hemen ortaya atılarak:
“- Baba gerçi ben zengin değilim ama şefkatim hepsinden üstündür elim de diğerlerine nispetle yufkadır.
Kardeşimin oğluna ben bakarım” dedi. Abdulmuttalib torununa bakarak onun da görüşünü sordu:
- Hangi amcanı istersin? dediğinde , Peygamberimiz(S.A.S) Efendimiz hemen koşup amcası Ebu Talib’in boynuna sarılmış ve onun yanında kalmak istemiştir.
Büyüyünceye kadar amcası Ebu Talib’in himayesinde kalmıştır. Kendisine risalet görevi verilip de bu görevini ifaya başladığı zaman Kureyşliler Ebu Talib’ e şikayette bulunmuşlar.
O, durumu kendisine anlattığı zaman Fahri Alem(S.A.S)’in cevabı şu olmuştur:
- Amca amca sen zanneder misin ki bu davayı kendiliğimden ortaya attım. Ben Allah’ın Resulüyüm. Allah’ a yemin ederim, güneşi sağ elime ayı da sol elime koysalar (ki bu asla mümkün değildir) ben yine bu Hak davadan vazgeçmem.
Sevgili Peygamberimiz(S.A.S) Efendimiz, hayatı boyunca bu risalet görevini hakkıyla ifa etmiş, birçok sıkıntılarla karşılaştığı, müşriklerin pek çok saldırılarına maruz kaldığı halde yine de insanlara doğru yolu göstermiş.
Hak yolunu göstermiş, bütün insanları tek Allah inancına davet etmiş, İslam nurunu yaymıştır.
O gün Arabistan’ ın her tarafına yayılan İslam nuru; bugün o eşsiz insan, o Hatemül Enbiya’nın hürmetine bütün kainata yayılmış ve Müslümanların sayıları Allah’ın büyük bir lütfu olarak iki milyarı aşmıştır.
Hac mevsimi olunca dünyanın dört bir yanından Kabe-i Muazzamayı tavaf, hac farizasını ifa ve alemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz (S.A.S) Efendimizin Ravza-i Mutahharelerini ziyaret için milyonlarca Müslüman o mukaddes beldelere gitmektedirler.
Bunu Peygamberimiz(S.A.S) Efendimiz asırlar evvel bir mucize olarak haber veriyor:
“Benden sonra (ümmetimden) bir takım insanlar gelecektir ki onların her biri beni görmek için evini, malını vermeye can atar.”
Sana sonsuz salatü selam olsun ey Allah’ın Peygamberi!...
Sana sonsuz salat ve selam olsun ey Allah’ın Habibi!...
Sana sonsuz Salat ve selam olsun ey Kainatın Efendisi!...
Sana sonsuz salat ve selam olsun ey şefaat sahibi!...
Sana sonsuz salat ve selam olsun ey eşsiz insan!...
Peygamberimiz Hazreti Muhammed(s.a.v)e yalnız müslümanlar değil, sonraki zamanlarda yaşayan ve ayrı dinden olan yazarlar, Bilim adamları bile hayran olmuşlardır.
Alman Edebiyatının en büyük ve en ünlü yazarı Goethe, Sevgili Peygamberimzden söz ederken şöyle söylüyor:
“Bizler Avrupa milletleri, medeni imkanlarımıza rağmen Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu basamağın daha ilk basamağındayız. Kuşkusuz hiç kimse bu yarışmada onu geçemeyecektir”.
Ünlü Fransız şair ve Devlet Adamı Lamartine de Peygamberimizin yüceliğini bir cümle ile şöyle anlatıyor:
“İnsanların büyüklüğünü ne ile ölçerlerse ölçsünler, dünyada Hz. Muhammed’den daha büyük kimse olmamıştır”.
Prens Bismark da Hz. Muhammed’in çağdaşı olamadığı için üzüldüğünü şu cümlelerle ifade ediyor:
“ Sana muasır olamadığım için üzgünüm ey Muhammed!... Senin manevi huzururnda hürmetle eğilirim”
1450. Doğum Günün kutlu olsun Ey Allah’ın Resulü!...
Hoş geldin Aziz Peygamber!...
Dünya döndükçe günün hemen her saatinde minarelerden önce Allah’ın, sonra da senin adın duyuruluyor...
Sana binlerce salat ve selam okunuyor...
Sana ümmet olduğumuz için İFTİHAR ediyoruz!...
Dünya durduğu müddetçe senin tyaktığın hidayet meşalesi asla sönmeyecektir!...
Tebliğ ettiğin İslam, her geçen gün yeryüzüne yayılacak, insanlar aydınlanacak ve akın akın hidayete erecek, kalpleri senin eşsiz sevginle dolacaktır!...
Ey Allah’ın Resulü, dünya durduğu müddetçe senin senin GÜL kokunu teneffüs edeceğiz. Çünkü;
GÜL , “ sevgiyi, muhabbeti, hoşgörüyü, dostluğu, merhameti, iyi niyeti, tebessümü, güler yüzlülüğü, doğru yolu, hidayeti ve aydınlığı” ifade eder.
Toraktan açan güllerle değil, milyarlarca müslümanın gönlünde açan güllerle iftihar ediyoruz. .
Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri bu konuda şöyle diyor: “ TOPRAKTAN BİTEN GÜLLER SOLAR GİDER, FAKAT GÖNÜLDEN BİTEN GÜLLER DAİMİDİR”. Gülde, fıtri bir tebessüm vardır. Onun için GÜL, gönlünde Sevgiye yer veren herkes tarafından sevilir.
İslam Ülkelerinde GÜL, Alemlere Rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) Efendimizi temsil eder.
Gerçekten Allah’ın Resulü bir GÜL’dür, hem de Güllerin Efendisi !
Bütün insanlığa gül dağıtan bir Peygamberdir. Gül gibi tertemiz ve munistir.
Senin sevgisiyle yanıp tutuşan mü’minler, çevrelerine pozitif enerji yayarlar.
Karşılaştıkları dostlarını mütebessim bir çehre ile selamlarlar.
Milyonlarca Müslüman, Senin sevginle Kabe’yi tavaf eder. Sayıları iki milyara yaklaşan günümüz Müslümanları, Senin sevgisine nail olabilmek için salat-ü selam okur.
Asırlardan beri inanan insanların kalpleri Senin sevginle çarpıyor, gözler Senin hasretiyle yaşarıyor. Fikirler, düşünceler , Senin sevgisiyle berraklaşıyor, ruhlar Senin sevgisiyle huzur buluyor.
70’li yılların başından beri rahle-i Tedrisinde bulunmaktan büyük feyiz aldığım ve onur duyduğum, yakın tarihte Rahmet-i Rahman’a kavuşan Üstadım Seyyid M. Avni (Avnullah) ÖZMANSUR Hocam,
“ ÇAĞLARI AYDINLATAN YÜCE PEYGAMBER” başlıklı uzunca bir şiirinin birkaç mısrasında bakınız ne diyor:
Seni ne kadar sevsek, seni ne kadar övsek;
Bir hiç kalır yanında, acaba nasıl etsek?
Acaba nasıl etsek, nasıl etsek acaba? Tüm kirlerden arınsak, kavuşabilsek Sana!
Bir ah etsek de yansak, bir ah etsek de yansak;
Ve huzuruna varıp ayağına kapansak…
O mübarek yüzünü, yüzümüze çevirsen;
Ve baksan yüzümüze, “Razıyım sizden” desen!
İşte o zaman kalpler, itminan olur ancak;
Ya Resulallah! Bu an nasıl mümkün olacak?
Gerçekten de Çağını değil, kıyamet gününe kadar gelmiş ve gelecek bütün çağları aydınlatan Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.av) i anlatan ve O’nun sevgisini mısralara döken Üstadımın bu güzel şiirden sonra diyorum ki;
“ Mürekkebinden gül kokmayan kalemden ve kalbinden gül bitmeyen insandan hayır gelmez. “
Rabbim, bizi Sevgili Peygamberimiz (s.a.v)in nurlu yolundan, izinden ve çığırından ayırmasın. Ve ebedi alemde şefaatine nail eylesin (Amin)