Prof. Dr. Bayram ALTAN
Sevgili Gençler!...
Türkiye, her yönüyle dünyanın en güzel ülkelerinden biridir.
Güney yarımküreyi, kuzey yarımküreye, Asyayı Avrupaya, Akdeniz’i Karadeniz’e bağlayan köprü konumunda şirin bir ülkedir.
Üç tarafı denizlerle çevrili muhteşem bir ülkedir.
Dört mevsimin doyasıya yaşandığı, bol güneşli havası, birbirinden güzel sahil şeridi, zengin bitki örtüsü, yemyeşil ormanları, fiziki yapısı, tarihi ve kültürel varlıkları, dini ziyaret yerleri ve doğal güzellikleriyle ünlü, insan ruhunu okşayan, huzur ve mutluluğun buram buram teneffüs edilip yaşandığı güzel bir ülkedir.
Bu ülke; insanıyla, iklimiyle, doğal güzellikleriyle, 7 bölgesi, 81 ili, 973 ilçesi, 32.065 mahallesi, 18.201 köyü (TÜİK verilerine göre), 8.000 km.lik sahil şeridi, çok sayıda büyük gölleri ve akarsuları, tarihi ve kültürel zenginlikleri, kütüphaneleri, müzeleri, mesire yerleri ve dini ziyaret yerleriyle yeryüzünün cennet köşelerinden biri olan ve her köşesinde ay-yıldızlı bayrağımızın gururla dalgalandığı bizim ülkemizdir.
Bu ülke, hemen her yerinde ziyaret edilen türbe ve yatırları, asırlar boyu binlerce ulemanın yetiştiği medreseleri, tasavvuf ehli abid ve zahidlerin çile çektiği tekke ve zaviyeleri, yüzyıllardır içinde milyonlarca müslümanın ibadet ettiği birer sanat şaheseri olan camileri ile bir medeniyetler ülkesi.... Ulema,
Evliya ve Şüheda beldesidir.
İşte bunun içindir ki; engin tarih, pek çok medeniyetler, zengin doğal kaynaklar ülkesi olan “Güzel Yurdumuz Türkiye” yi adım adım dolaşarak tanımak ve en güzel bir şekilde tanıtmak, vatanını ve milletini seven her müslüman-Türk insanının görevi olmalıdır.
Bu Aziz milletin bir ferdi olarak; kendimi şanslı buluyor, “Dini Ziyaret Yerleri” vesilesiyle (Devlet Bakanı Danışmanı, Devlet Bakanı Basın
Müşaviri ve ardından Başbakan Danışmanı olarak görev yaptığım yıllar hariç) il il gezme fırsatı bulduğum ülkemi çok ama pek çok seviyorum.
Bugüne kadar gördüğüm Avrupa, Akdeniz, Afrika ve Ortadoğu ülkeleri yanında Türkiye, adeta cennet bir ülke!...
Bu inançla vatanımızı, Dini Ziyaret Yerleriyle tanımak ve tanıtmak için düşünce mekanları olan Türbe ve Kabirleri(mezarları) de inceledim.
Türbe ve mezarlar, insana ölümü hatırlattığı ve insanı ister istemez tefekkür (düşünce) âlemine sevk ettiği, gönülde parlayan iman nurunu çoğalttığı ve ahirete olan yakîni artırdığı için İslam’da kabir ziyaretinin ayrı bir yeri ve önemi vardır.
Türbe ve kabir(mezar); cami, mescid ve medrese gibi Arapça kelimelerdir. Türbe’nin sözlük anlamı, “Üzerinde küçük yapı bulunan mezar”dır. Türbe,
genellikle büyük zatların, evliya ve şehidlerin mezarlarının üzerine yapılır.
Türbe, içinde medfun bulunan zatın özel ve kıymetli eşyalarının ve mezarının kaybolmaması, zarar ve tehlikelerden korunması, ziyaretçilerin rahat bir şekilde Kur’an okuyup dua etmeleri, tefekkür âlemine dalıp o büyük zatın ruhaniyetinden feyiz almaları, o büyük zatı vesile ederek Allah’tan dualarının kabulünü istemeleri için yapılır.
Mezar (kabir) ise; “Ölünün gömüldüğü yer”dir. Mezar, âhiret alemine açılan penceredir. Müslüman mezarları, ölünün yüzü kıbleye gelecek şekilde hazırlanır. Mezar, bir adam boyu veya göğüs hizasına kadar kazılır. Eğer toprak sert ise, kabrin kıble tarafına bir lahd yapılır. Yani kıble tarafında cenazenin sığacağı kadar bir oyuk kazılır.
Cenaze, mümkünse kıble tarafından mezara konur. Ölüyü mezara koyan kimse, “Bismillahi ve alâ milleti resûlillahi sallallahü tealâ aleyhi ve sellem” der.
İhtiyaç duyuluyorsa ölüyü mezara indirmek için bir veya birkaç kişi mezara inebilir. Bu kişilerin güçlü, güvenilir ve Salih olmaları önemlidir. Ölüyü mezarda yüzü kıbleye gelecek şekilde yatırdıktan sonra baş ve ayak kısmındaki kefen bağları çözülür. Mezarın taht veya salları dizildikten sonra kürek ya da elle üzerine toprak atılır.
Mezarın üzerini zeminden biraz yüksek yaptıktan sonra balık sırtı şekline getirmek menduptur. (Makbul ve güzeldir). Buna “TESNİM” adı verilir. Toprak iyice pekişsin diye de üzerine su dökülür. Mezarın belli olması için başucuna bir taş dikip üzerine isim yazmanın bir sakıncası yoktur.Ölü defnedildikten sonra zaruret olmadıkça tekrar mezar kazılıp da ceset çıkarılmaz.
Cenaze defnedildikten sonra cemaat (topluluk) hemen dağılmaz. Kabrin başucunda oturup Kur’an-ı Kerim okunur. Cemaatten bilen biri,Yâsin ve Tebâreke sûreleri ile onbir İhlas, Felak, Nâs, Fatiha Sûreleri ve Bakara suresinin ilk beş âyetlerini okur, dua eder; cemaat de “âmin” der ve oradan ayrılırlar.
Sevgili Gençler!...
Ölen bir kimse için üç günden fazla yas tutulmaz. Ancak kocası ölen bir kadın, dört ay on gün yas tutar ki, bu zaman onun bir başkasıyla evlenebilmesi için beklemesi gereken “iddet” süresidir.
Buhari hadisinde Sevgili Peygamberimiz (S.A.S) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah’a ve âhiret gününe inanan hiçbir kadının üç günden fazla yas tutması helal olmaz. Yalnız kocası için yas tutması hariç. Kadın, kocası için dört ay on gün yas tutar.” (1)
İnsan öldükten sonra bazı ameller (işler) kendisine fayda verir. Ölen bir kimsenin amel defteri kapanır. Ancak şu üç kişinin amel defteri kapanmaz. Öldükten sonra geriye;
1. Câri (akar) bir sadaka,
2. Faydalı bir ilim,
3. Salih bir evlat,
bırakanların amel defterleri kapanmaz.
Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (S.A.S) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ademoğlu ölünce ameli kesilir. Ancak şu üç cihetle değil: Câri bir sadaka (Cami, köprü, yol, çeşme, hastane, vb. gibi); istifade edilen bir ilim ve (kendisinden sonra) kendisine dua edecek (Salih) bir evlat”. (2)
“Öldükten sonra mü’mine amelinden (yaptığı işlerden) ve iyiliklerden ulaşan şeyler şunlardır: Öğretip yaydığı ilim, geriye bıraktığı Salih bir evlat, miras bıraktığı bir Mushaf inşa ettiği bir cami, yolcular için yaptığı bir bina, akıttığı bir su… Bir de hayatında
sıhhati yerinde iken malından çıkarıp verdiği bir sadaka. İşte bu (onlar) ölümden sonra ona ulaşır.” (3)
Yapılan duanın ve verilen sadakanın sevabının ölen bir kimsenin ruhuna ulaşacağı, ölünün ondan faydalanacağı icma-ı ümmet ile sâbittir. İmam Ahmed ve İmam Şafii ile bazı arkadaşları da okunan Kur’an-ı Kerim’in sevabının ölen kimsenin ruhuna ulaşacağını ve ona fayda vereceğini söylemişlerdir.
İbn-i Abbas (R.A) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle denilmiştir:
Birgün adamın biri Resûlullah (S.A.S) a gelerek şöyle dedi;
Benim annem vefat etti. Onun için bir sadaka versem, verdiğim bu sadakanın ona bir faydası olur mu?
Resûlullah (S.A.S) :
-Evet, faydası olur, buyurdu.
Adam:
-Öyleyse şahid ol ya Resûlullah, annem için meyve kabımı sadaka olarak veriyorum, dedi.
Dua etmenin ölen bir kimseye fayda sağlayacağı ile ilgili âyet mealleri şöyledir:
“Onlardan sonra gelenler. Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde mü’minlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.” (4)
“Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, anamı, babamı ve mü’minleri bağışla.” (5)
Birgün Enes (R.A), sevgili Peygamberimiz (S.A.S) Efendimiz’e:
- Ey Allah’ın Resûlü! Biz ölülerimiz için sadaka veriyor, haccediyor ve dua ediyoruz. Bu onlara ulaşır mı?
Allah’ın Resûlü (S.A.S) :
- Evet ulaşır, onunla sevinirler. Nasıl biriniz kendisine hediye edilen bir tabak yemeğe sevinirse”. (6)
Sevgili Peygamberimiz (S.A.S) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“ Allah’ın rızasını ve âhiret gününü arzu ederek Yâsin Sûresini okuyan hiç kimse yoktur ki Allah onu affetmesin (Allah onu affeder). Onu ölülerinize okuyunuz.” (7)
“ Herhangi bir ölünün başucunda Yâsin okunursa, Allah ona derhal kolaylık verir.”
Bu hadis-i şerifte geçen “ölünün başucunda” kelimesine iki değişik
anlam verilmiştir. Bazıları, bu kelimenin asıl anlamının ölüm anındayken henüz ruhu cesedinden ayrılmamışken demektir, diye anlam vermişlerdir. Bazıları da, ölünün kabri başında Yâsin okumaktır, diye yorumlamışlardır. Ki şimdi mealini vereceğimiz hadis-i şerif bu ikinci manayı teyit etmektedir.
Sevgili Gençler!...
Netice olarak diyoruz ki, hangi anlamda olursa olsun, ister insanın son anında, ister insan öldükten sonra kabri başında olsun, Yâsin Sûresi okunduğu zaman Cenab-ı Hak yardım eder. (8)
“Her kim, anne veya babasının veya bunlardan birinin kabrini her Cuma ziyaret eder ve başucunda Yâsin Sûresini okursa, her harfinin sayısınca ona mağfiret olunur.” (9)
Tefekkür “düşünmek” demektir. Tefekkür, mâna âlemine açılan öyle bir penceredir ki; enbiyalar, evliyalar, âlimler ve zâhidler hep bu pencereden İlâhi sırları seyre dalmışlardır. Herkes gücünün yettiği ve dayanabildiği kadar gidebilmiştir bu yoldan.
Bu yolda aşk, vecd, kemal ve İlahi sırlar vardır. Bu yoldan ancak mânaya talip, Allah ve Peygamber sevgisiyle yanıp tutuşan bahtiyarlar gidebilir.
Bu yoldan maneviyatsız insanlar yürüyemez. Kör, bilmediği yoldan gidebilir mi? Gidemez. Düşer veya bir yere takılır. Sakat olur veya doğru yoldan sapar.
Bu öyle nurani ve feyizli bir yoldur ki, nice gönül sultanları gece sabahlara kadar ibadet edip Cenab-ı Hakka yalvarmış, seherlerde
secdelere kapanmış, el açıp dua ederek yıllarca gözyaşları dökmüşlerdir. Bunların hallerinden hoşnud olan yüce Rabbimiz bir âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Rahman’ın öyle kulları vardır ki, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler, cahiller onlara sataştığı (söz attığı) zaman onlara (uymaz) selametle derler. Ve yine onlar bütün gecenin ekseriyetini secdede ve kıyamda geçirirler.” (10)
Mâna âlemine açılan ve tefekkür adı verilen bu mânevi yolda, tam anlamıyla düşünce âlemine dalınca esrar perdelerinin bir bir açıldığını görüp cezbeye kapılanlar…
İlahi tecelli ile harika makamlara erişip ehl-i keramet olanlar… Bu aşk, feyiz ve nurla yeme ve içmeyi unutanlar…
Tefekkür neticesi aradan zaman ve zemin kaldırılarak bir anda (yakînen) semâdaki seyyarelerin dönerek Allah’ı tevhid ettiklerini müşahade edip bu aşk ve bu vecd içerisinde kendine hakim olamayıp onlar gibi dönerek Allah’ı tevhid eden Mevlânâlar…
Evet az değildir yeryüzünde böyle mâna makamına sahip gönül sultanları!
Bir hadis-i şeriflerinde Sevgili Peygamberimiz (S.A.S) Efendimiz : “Ağız tadını bozan ölümü sık sık hatırlayın.” (11) buyurmuşlardır. İşte bu emir uyarınca tatbik edilen tasavvuftaki, ya da türbe ve kabir ziyaretlerindeki “Tefekürü’l-Mevt” yani ölümü düşünmek, öldüğünü, teneşir üzerinde yıkandığını, kefenlendiğini, tabuta konduğunu, kabristana doğru götürüldüğünü vs. bütün bunları bir bir göz önüne getirmek; düşüneni, dünyevi ve bencil duygulardan sıyırarak Allah ve Resûlü’nün emirlerine sımsıkı sarılmaya sevk eder. Kabir ve ahiret hayatına alıştırarak, dünyanın geçici olduğunu hatırlatır ve ahirete özlemini artırılır.
Hazreti Aişe (R.A) validemiz anlatıyorlar.
“- Resûlullah (S.A.S) namaz kılıyor ve ağlıyorlardı. Namazdan sonra:
-Niçin ağlıyorsunuz ey Allah’ın Resûlü? Dedim. Buyurdular ki;
“ Hakikat, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde (ve uzayıp kısılmasında), temiz akıl sahipleri için elbet
ibret verici deliller vardır.” (12) Bundan sonra: -Bu âyet-i kerimeyi okuyup tefekkür etmeyene yazıklar olsun! Buyurdular.
Rengârenk açan çiçekleri düşünmek, ilkbahar mevsiminde yemyeşil ağaçları, kayaların arasından bir şelâle gibi dökülen berrak suları, dağları, taşları, yeryüzünde ve gökyüzünde ne varsa hemen hepsini bir bir tefekkür etmek; bu sanatların sanatkârlarını anmak; bu nakışların NAKKAŞ’ını hatırlamak; Allah’ı zikretmeye, Allah’ın yüce kuvvet ve kudreti karşısında aczimizi idrak ederek kulluk görevimizi dikkatli bir şekilde yerine getirmeye yeterli değil midir?
Yüce Rabbimiz bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“ Biz yeryüzünü (rahat yaşamanız için) bir beşik, dağları (da) birer kazık yapmadık mı? Ve sizi çift çift yarattık. Uykunuzu dinlenme yaptık. Geceyi (karanlığıyla sizi örten) bir elbise yaptık. Gündüzü geçim (iniz için çalışıp kazanma) zamanı yaptık. Üstünüzde yedi sağlam (gök) bina ettik. Parıl parıl parlayan bir lamba astık (oraya). Sıkışan (bulut) lardan şarıl şarıl su indirdik. Onunla tane(ler), bitki(ler) çıkaralım diye…(13)
Ünlü İslam Filozofu İbn-i Rüşt’ün bu konudaki sözleri gerçekten kayda değerdir. Bakınız ne diyor İbn-i Rüşt:
“Bu dünyada bulunan varlıkların karakter ve tabiatını araştırınca, onların, sanki insan için, insanın varlığını devam ettirmek için yaratılmış olduğunu görüyoruz. Bu alaka, gaye ve dengenin gelişigüzel, rast gele bir tesadüf neticesinde olması mümkün değildir. Belki bu denge ve uyum, insana verilen kıymet ve önemi her şeyin ona hizmet ve faydalı olma gayesini hedef alarak, müstakil, irade ve kudret sahibi bir varlık tarafından yaratılmış olduğunu gösterir. Gece ve gündüz, ay ile güneş, mevsimler, göklerin yaratılışı, yağmurun yağması, denizler ve karalar, ağaçlar, otlar, hayvanlar, toprak, su, hava, ateş, hülasa her şey insanın yaşamasına, rahat ve saadetine hizmet için yaratılmıştır. Bu, şüphe götürmez bir gerçektir.”
Bir damlacık suyla şekillenen, kendisine takdir edilen zamana kadar yaşamak üzere dokuz ay sonra dünyaya gözlerini açan insan, her geçen gün gelişiyor, büyüyor, konuşmasını, yürümesini, koşmasını öğreniyor…. Derken
annesinden, babasından, çevresinden bir takım bilgiler alıyor… gözleri, her gördüğü şeyin üzerine bir film kamerası gibi dönüyor. Kulakları duyduğu sesleri kaydediyor. Sonra da gördüğü, zihnine kaydettiği o şeyleri aynen uygulamaya çalışıyor ve hemen ardından gençlik dönemi başlıyor.
Gençlik dönemi hakkında şimdiye kadar çok şey söylenmiştir. Gençlik, taşkınlık ve şaşkınlık dönemidir. Bu dönemde her genç kendini frenleyemez.
Hem düşüş, hem de yükseliş vardır. Hiç şüphesiz zaman bu günleri de bir anda alıp götürüyor insanoğlunun elinden.
Nihayet o simsiyah olan saçlar, yavaş yavaş bir pamuk yığını haline dönüşüyor. O çeviklik, atılganlık, dinamik haller yerini tembelliğe, uykusuzluğa, zayıflığa, yorgunluk ve durgunluğa terk ediyor…
İşte o zaman “hayatın baharı” diye adlandırdığımız gençlik ve dinçlik çağı kapılarını kapamaya başlıyor. Ve insanı büyük bir hızla ihtiyarlık alanına itiveriyor. Artık insan, âhiret âlemine bir geçiş yeri olan kabre doğru adım adım yaklaşıyor…
Sanki kara toprak bu dönemde büyük bir kuvvetle kendine doğru çekiyor insanı.
Bir zamanlar cıvıl cıvıl hareket eden, her şeyi toz pembe gören, damarlarında dolaşan kanın fokurtusu duyulan insan, artık zamanını doldurmuş, dünyadan nasibini almış ve yakınlarına, tanıdıklarına veda ederek ebedî bir âleme göçmek üzeredir.
İşte bütün bunları tefekkür eden (düşünen) insan, mânevi bir olgunluğa kavuşur ve imanı da kemâle erer (olgunlaşır).
İbrahim (A.S), yıllarca tefekkürden sonra artık dayanamamış, Cenâb-ı Hakka dua ve niyâzda bulunarak ölüleri nasıl dirilteceğini kendisine göstermesini talep etmiştir. Bu hususu Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerimde şöyle beyan buyuruyor:
“Hani İbrahim “ Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster.” demiş. (Allah) inanmadın mı yoksa” demiş. O da: “İnandım. Fakat kalbimin yatışması için (istedim) demişti. (Allah) dedi ki; “dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra (kesip hamur haline getirip) her parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. “Bil ki şüphesiz Allah, bir Kaadir-i Mutlaktır, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.” (14)
Musa (A.S) Peygamber olduktan sonra Cenab-ı Hakkın sonsuz kuvvet ve kudretini tefekküre dalmış, dayanamayıp Allah’ın Cemali’ni görmek istemiştir. Nitekim bu konu Kur’an-ı Kerim’de şöyle nakledilmiştir:
“Vaktaki Musa (ibadeti için) tayin ettiğimiz vakitte geldi. Rabbi ona (îlahi sözünü söyledi) (Musa) dedi ki, “-Rabbim (Cemâlini) göster bana. (Ne olur) seni göreyim. (Allah) buyurdu: - Beni katiyyen göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabiliyorsa sen de
beni görürsün.” Derken, Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi. Musa da baygın yere düştü. Ayılınca dedi ki: Seni tenzih ederim. Tövbe ettim sana. Ben iman edenlerin ilkiyim.” (15)
Nihayet nebiler ve resûller zincirinin sonunu teşkil eden ve bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz (S.A.S) Efendimiz, yıllarca tefekkür deryasına daldıktan sonra bir gün Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmüş, oradan da göğün yedinci tabakasına Sidretü’l-Müntehâ denilen yere çıkarılmıştır. Ondan sonra Cibril-i Emin şöyle diyor:
-Ya Resûlullah! Bundan ileri bir adım olsun atamam, yanarım. Bundan ilerisi Allah ve Resûlüne aittir.”
Evet hiçbir insanın ve hiçbir peygamberin ulaşamadığı, hiçbir meleğin dahi erişemediği en
yüce makam olan MAKAM-I MAHMUD’da Peygamberimiz (S.A.S) Efendimiz! Arada hiçbir perde, hiçbir vasıta olmadan başlayan İlahi Kelam!... Böylece, dünya gözüyle Cemalullah’ı (Allah’ın cemalini) seyretmek, yalnız Peygamberimiz (S.A.S) Efendimize nasip olmuştur. Yalnız bunları tefekkür etmek bile insana en büyük huzuru bahşediyor.
Birgün Sevgili Peygamberimiz (S.A.S) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
-Gözlerinize ibadetten pay ayırınız!
Ashab-ı Kiram, bunu nasıl yapalım? Diye sorduklarında:
-Kur’an-ı Kerim’i Mushaftan okumakla, onu tefekkür etmekle ve ondaki akıllara durgunluk veren hallerden ibret almakla, buyurmuşlardır.
İşte insanı en büyük huzura, saadet ve mutluluğa kavuşturan, imanını arttıran, Salih ameller işlemesini kolaylaştıran ibadet; ilahi emir ve yasaklara riayet ile birlikte her yerde ve her zaman olduğu gibi özellikle türbe ve mezarlıklarda yapılan ziyaret ve tefekkür, ellerin semaya doğru kaldırılarak gönül huzuru içinde yapılan dua’dır. Şüphesiz dua, en büyük sığınaktır.
Dua, insanı Allah’a yaklaştıran bir vasıtadır. İhlas ve samimiyetle Allah’a açılan eller boş çevrilmez. Gözyaşları içinde yapılan dualar kabul olur. İnsanın gönlünü sevinçle doldurur ve ruhuna zindelik kazandırır.
Yüce Rabbimiz bir âyet-i kerimede meâlen şöyle buyuruyor:
“ (Habibim) kullarım beni sana sorunca (haber ver ki), işte ben muhakkak ki yakınımdır. Bana dua edince ben o dua edenin davetine icabet ederim. (duasını kabul ederim.)” (16)
Dua hemen her zaman yapılır. Ancak temiz olmak, abdestli bulunmak, temiz yerde, mübarek gün ve gecede, kutsal bir mekânda yapmak duanın kabulüne vesiledir.
Cuma gecesi, bayram geceleri, kandil geceleri ile Cuma günü bilhassa “eşref saati” adı verilen duaların makbul olduğu bir saatte yapmak tercih edilmelidir.
Ayrıca, Kâbe’de, Ravza-i Mutahhara’da, Arafatta, Müzdelife’de, Hacerü’l Esved ve Altınoluk karşısında, Zemzem Kuyusu’nun başında, ezan okunduktan sonra, kametle farz arasında, hatip minberde hutbe okurken iki hutbe arasında oturduğu zaman yapılan dualar makbul dualardır.
Elleri açıp boyun bükerek Allah’a yalvarmak, gözyaşları içinde ihlas ve samimiyetle niyazda bulunmak ve bunların bir neticesi olarak da insanın dileğine kavuşması (duasının kabul olması) ne büyük bir mutluluktur.
Abdest almak veya gusletmek suretiyle temizlendikten sonra, kıbleye yönelerek dua etmek; duada ana-babayı ve bütün mü’minleri zikretmek, duanın sonunda da “âmin” dileyerek, eller ile yüzü meshetmek duanın kabulüne vesiledir. (18)
Sevgili Gençler!...
Sonuç olarak, türbe ve kabirleri ziyaret ve bu ziyaretin temelinde yatan “Tefekkür’ül-Mevt” (ölümü düşünme); insanı ruhî bunalımlardan kurtaran, zihinlerdeki kötü düşünce ve çarpık fikirleri gideren, “Nazargâh-ı İlahi” olan gönül kâbesini hikmetlerle dolduran bir maneviyat atmosferidir.
1- Sahih-i Buhari, Cenâiz : 31
2- K. İslâm Fıkhı- C. Yıldırım-2/622 (Sahihi Müslim’den)
3- İbn-i Mace, A.g.e. 2/633
4- Haşr Sûresi, âyet : 10
5- İbrahim Sûresi, âyet : 41
6- Sünen-i Tirmizi, Cenâiz : 60
7- Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel, 5/26
8- Kur’an Okumanın Mükâfatı ve SÜRELERİN FAZİLETİ- BAYRAM ALTAN-s.160
9- Hak Dini Kur’an Dili, 5/4005
10- Furkan Sûresi, âyet : 63-64
11- Et-Tâc Terc. 1/582
12- Al-i İmrân Sûresi, âyet : 190
13- Nebe Sûresi, âyet : 6-16
14- Bakara Sûresi, âyet : 260
15- A’raf Sûresi, âyet : 143
16- Bakara Sûresi, âyet : 186